Ödül Eda Çakıcıoğlu
4 min readDec 2, 2020

AYLAK ADAM, YUSUF ATILGAN

Evet, uzun bir aradan sonra tekrar elime kalemi aldıracak (ya da klavyeyi) bir kitap daha.

Aslında kitabı okumaya başlamadan bu kitabı yazmalıyım dedim. Yusuf Atılgan’a bloğumda yer vermekten onur duyacağım için. Ancak okumaya başladıktan sonra korkunç bir hayal kırıklığı yaşadım ve kitabın ortalarına gelene kadar bu hayal kırıklığım sürdü. Anlamak için tekrar tekrar okumalar, beni alabildiğine kopardı da kopardı, aramız soğudukça benim hayal kırıklığım da büyüdü.

Ammaaaa, ne var ki, kitabın bir vadesinden sonra inanılmaz ısınmaya başladım anlatıma, aylak adama, duruma. Aklımda kitabın başında oluşan o koca koca düğümler, tekrar tekrar okumalar buhar oldu ve taşlar tek tek yerine oturdu. Kitabı kapattığımdaysa, artık etki altındaydım. Kendimi aklımla bir tartışma meydanında buluverdim: Kim bu C? Derdi ne? Neden bu kadar dışında durmaya çalışıyor dayatılan gündelik hayatın?..

Aylak Adam’ın yayın tarihi 1959. Akademik ukalalık olsun diye demiyorum ama Atılgan’ın oldukça eski sayılabilecek bir dönemde, dil ve anlatım yönünden ciddi yenilikler getirdiği belli. Romanın dilindeki geçiş ve kırılmaları bakan her göz fark eder. C nasıl ki meydan okumaya çalışıyorsa mevcut olana, Atılgan da diliyle meydan okuyor gibi edebi anlatımdaki eski alışkanlıklara. Bu demek değil ki, önceki küçüktür sonrakinden. Asla, kat’a… Hatta, ilgilisiz bir tartışma kapısı da açmış olacağım belki ama ben dil olgusunun içerik olgusundan daha çok parlatılmasının doğru olmadığı kanaatindeyim. Yazar, gerek konu olsun gerek dil, her zaman arayıştadır, deyip, daha fazla dallanıp budaklanmadan bu canım konuya virgül koyarak kitaba devam edeyim.

Öncelikle, ben romanlarda idealize edilen rol model karakterlerin dışında, anti-kahramanların da başkarakter olarak yer almasını seviyorum. İnsan olarak da toplum olarak da arızalı yanımızla varız. Dolayısıyla karakterlerin de çeşitliliği, romanın, konuların, olayların işleniş biçiminin de çeşitliliğini artırıyor. Anti-kahramanları okurken, kendi defolu yanlarımızı da görme, özeleştiri yapma fırsatı da geçiyor elimize. Buna değinmeden geçemedim.

Aylak Adam, dünyada kent ve kentli kavramının fazlaca ele alındığı, kentli aydın sorunlarının baş göstermeye başladığı dönemlere denk gelen bir kitap esasında. Kitap bir yıllık süre içerisinde yaşatıyor bize her şeyi; dört mevsime ve dört mevsimle birlikte değişen şehre, insana ve C.’ye tanık oluyoruz.

Gelelim, “nedir bu Aylak Adam’ın derdi?” meselesine. Adamımız, bildiğimiz ve tanıdık ifade ile aslında bir uyumsuz. Belki de en az bizler kadar…

Uyumsuzluk sorunu yaşayan sevgili kahramanımız, bunun farkında ve hatta bundan zevk alarak dahil oluyor yaşama. Kendince her şeye karşı duruyor, sıradanlığa meydan okuyor ve böylece hem mevcut dayatılan toplum düzeninin dışında kalıyor(mu?)/kaldığına inanıyor. Hem böylece, babasından intikam da almış oluyor. Neden mi intikam?.. Roman ilerledikçe, babasının, küçükken C.’nin hayatında yaratmış olduğu travmaya şahit oluyoruz. Annenin yokluğu, inanılmaz büyük bir hırs, gereksiz zenginlik, sevgisiz bir aile ortamı, metalaşmış ilişkiler… Burası kilit nokta. çünkü baba, kadın konusunda zaafı olan ve kadını meta olarak gören bir kötü rol model kahramanımızın çocukluğunda. Öyle ki, babasının kahramanımızın çok sevdiği ve her kadında onu aradığı teyzesi ile yaşadığı ilişki, C.’nin bütün hayatı boyunca babasına öfkelenmesine hatta ondan nefret etmesine sebep olmuş. O da babasının tam tersine yaşayarak düzenin temsili babasından, yaşadığı sevgisizliğin ve elinden alınan teyzesinin de intikamını almış oluyor. Evet, baba C. için, benzememek için alınmış bir rol model.

Farkında olmak acı verir insana. Hem de fazlaca. Bazılarımız bunu her gün yaşıyoruz. Ama, illa ayakta kalmak için, sistemin “dışındaymışız gibi görünmeye” gerek var mı acaba(?), diye düşünmeden alamadım kendimi roman bitene kadar hatta bittikten sonra bile. Sistemin dışındaymışız gibi görünmek diyorum çünkü, C. gayet de dışında olduğunu propaganda ettiği sistemin tam da ortasında. Tuzu kuru. Gelecek kaygısı yok. Hazır para yiyerek günlerini geçiriyor. Zengin değil (kendi iddiasına göre) ama her zevki istediği zaman tadacak parası var. “Zengin zevkler” buluyor kendisine… Melankolik ve saplantılı bir psikolojik tablo çizilse de bize, C. asla asla intiharı düşünecek biri değil. Çünkü elindeki imkanlar sayesinde, yaşadığı hayat onda meydan okuduğu şeyi yaratıyor: mevcut olana alışkanlık!

Son olarak, Aylak adam kaybetmiş de bir aydın, bence. Dönemine baktığınızda, 1954'te bir aydınlanma hamlesi olan olan Köy Enstitüleri’nin kökü kazınmış, Anadolu’da aydın yetiştirecek yegane kurumlar sökülmüş atılmış. Aydınlarımızsa, bu yok oluşa tanık olmuşlar. Duruma, dur, diyecek bir şey yap”a”mamışlar sanki ve bu da onları umutsuzluğa, yenilgi duygusu yaşamış olmalarına sebep vermiş olabilir. Aylak Adam da yalnızlığa kaçmış, mücadeleyi dert etmeyi bırakmış bir aydın, bir entellektüel. Bu paralellik, romanın beni en çok etkileyen yanlarından biri oldu oldu.

Yenilsek de geri çekilmek zorunda kalsak da, umudu ve umutsuzluğu birlikte yaşasak da hepsinin hayatın bir parçası olduğunu unutmadan, meseleye nereden bakarsak bakalım her türlü Aylak Adam bizleri etkilemeyi başarıyor. C., hayatın, ne olursa olsun, her türlü yaşamaya değer olduğunu hissettiriyor. Bu da kıssadan hisse :)