Ödül Eda Çakıcıoğlu
4 min readMay 22, 2019

URSULA LE GUİN, EN UZAK SAHİL

Söze nereden ve nasıl başlamalı bilemiyorum açıkçası. Çünkü yazdıkları ile günümüz dünyasını buralardan alıp başka diyarlara taşıyarak derin tartışmalara açan bir ustadan bahsetmek hiç kolay değil.

Ursula Le Guin… Dünyaya ve dünya meselelerine bakışı itibarı ile çok ama çok çekici bulduğum önemli yazarlardan biri kendisi.

Kitaba hızlı giriş yapmadan olmayacak sanırım ve bir klişe ile başlamak da farz bence; “Yerdeniz serisinin üçüncü kitabı En Uzak Sahil ölüm hakkında. İlk iki kitap yaşadığım ve atlattığım şeyler hakkındaydı. En Uzak Sahil’ de konu edilen şeyi ise yaşayıp atlatamazsınız. Bu bana genç okurlar için çok uygun bir konu gibi gelmişti, çünkü çocuk yalnızca ölümün var olduğunu değil, çocuklar ölümün yoğun bir biçimde farkındadırlar, kendisinin de ölümlü olduğunu, öleceğini anladığı anda, çocukluk biter ve yeni hayat başlar. Bu da büyümedir, ama daha geniş bir bağlamda.” demiş kendisi.

Şunu baştan belirtmek isterim ki, üçlemenin gaflete düşüp sadece sonuncu kitabını okumuş olan ben, hiçbir sıkıntı yaşamadım okurken. Kendi başına da, seriden bağımsız da okunabilecek bir kitap. Ne bir kopukluk ne bir saçmalık… Konu da fazlasıyla ilgi çekici ve zihin yakıcı.

Anladığımca ve dilim döndüğünce hislerimi/fikirlerimi paylaşmaya devam edeyim ama uzar da giderse konu, kızmayın lütfen.

Kitap, bir elin iki yüzünü konu alıyor: Yaşam ve ölüm. Diyalektik! Her şey karşıtını mutlaka yaratır, doğanın kanunu/dengesi tam da budur. Le Guin de kitabında karakterlerinin ağzından söyleyiveriyor zaten bunu; “Ölüm ve yaşam aynı şeydir aynı bir elin iki yüzü gibi, avucun içi ve elin tersi gibi. Ama yine de avuç içi ile elin tersi aynı şey değildir… Ne ayrılabilirler ne de birleştirilebilirler.” Kitap tam da bu dengenin bozulması ve yeniden sağlanması için verilen mücadeleyi anlatıyor.

Kral adayı Arren, büyücüler diyarı Roke’a gelir. Başbüyücüye, Enlad denen kendi krallılarında, Batı uç yörelerde büyü sözleri unutulduğunu ve insanların bunu fark edemeyecek kadar hasta göründükleri haberini verir. Bu haber üzerine Başbüyücü hemen diğer tüm büyücüleri toplar; Kapıcı Usta, Çağrı Usta, İsimci Usta, Şifacı Usta, Dönüşüm Ustası, Yelanahtarı Usta, Şekillendirme Ustası, El Usta, Okuyucu Usta… 9 büyücü (Yüzüklerin Efendisi’ndeki 9 Karalık Süvari Gibi). Durumu Anlatır ve kötülüğü sonlandırma için yolculuğa çıkması gerektiğine ikna eder hepsini. Zaten kendisi de artık olduğu yerde kalmamak ve dünyayı değiştirmek için mücadele etmek istemektedir: “Artık emniyetli yerlerden, çatılardan ve etrafımdaki duvarlardan bıktım.”

Yanına Arren’ı da alarak düşer yollara. Uzak sahillerde kötülüğün sebebini arar durur ve sonunda Batı’da kötülüğün kök saldığını öğrenir, rotasını oraya çevirir.

İki kahramanımız geziyi yaparlarken o kadar güzel betimlemeler ve eleştiriler var ki, hepsine tek tek girmek olanaksız ama ben bu kadar iyi toplumsal betimlerde Le Guin’in babasının da etkisi olduğuna inanıyorum.

Gelelim tekrar yolculuğa. Bu yolculuk çok önemli bir süreci kapsar çünkü Arren büyük değişim yaşar, ölümü kabullenir ve büyür. Kendisi ile yüzleşir: “Çocuk yalnızca ölümün var olduğunu değil… kendisinin de ölümlü olduğunu, öleceğini anladığı anda, çocukluk biter ve yeni hayat başlar.”

Yolculuk boyunca farklı bakış açısı ile dünyayı yorumlamayı öğrenir Arren. Kötülük ve iyilik kavramlarını sorgular mesela Ged’in bilgeliği sayesinde. “Neden kötülüğü sadece insanların yapabileceğini söylediğinizi anladım. Köpekbalıkları bile masum aslında; öldürmek zorunda oldukları için öldürüyorlar.”

Ve sonu bulurlar. Sonunu vermemeyim artık, orası sizlere kalsın. Zira sonu beni çok ama çok etkiledi. Sonsuz bir karanlığın ve hiçliğin tasviri inanılmaz ürkütücü ama bir o kadar da muazzam geldi bana. Orada Arren’ın yerinde olsaydım, diye çok düşündüm. Ged’in deneyimi var sonuçta. Duygu olarak Arren’ı daha çok yakın hissettim kendime bu yüzden. Yine de bir iki şeye değinmemek de olmaz. O muazzam karanlığa vardıklarında, orada herkes birbirinin gerçek adını söyler. Bir takılan isimler vardır herkesin ülkesinde, görevi icabı vs. ama sona geldiklerinde herkes gerçek isimlerini söyler. Bu bana çok enteresan geldi. Neden acaba, diye düşünmeye başladım. Ölüme yaklaştıkça gerçekten kim olduğumuzu kabul eder ve insanlara gerçek kimliğimizi gösterir hale geliriz demek mi istedi acaba Le Guin? Sonun gelmesi, hayat boyunca taktığımız tüm maskeleri değersiz kılmış ama tek birini, gerçek bizi ise yalın ve gerçek hale getirmiştir. Belki buna gönderme yapmak istemiştir. Padişah olun, diktatör olun, komutan olun, başkan olun, en zengin olun, ne sıfatta olursanız olun, ölüm kapınızı çaldığınızda herkesle eşitlenir ve sadece gerçek sizle kalırsınız. Ben böyle yorumladım ama herkesin yorumu kendine tabi ki. J

Son olarak, pek çok yorumda Le Guin’in bu kitapta ölümsüzlüğü arayışını anlattığı yazılmış, bence durum sadece bundan ibaret değil. Evet, ölüm kavramı, ölümü kabullenme, dünya ve doğanın dengesi önemli teması tabi ki ve fakat, İnsanoğlu, elindeki ile yetinmeyi öğrenemedikçe doğanın dengesi her zaman bozulmaya mahkum ama bunu da düzeltecek olan yine bir insan. “… ne zaman yaşamın kendi üzerinde bir güç elde etmeyi şiddetle arzu edersek sonsuz bir zenginlik, mutlak bir güvenlik, ölümsüzlük o zaman arzu bir hırsa dönüşür. Ve eğer bilgi o hırsla işbirliği ederse, o zaman bela gelir. O zaman dünyanın dengesi sallanır ve tartıda yıkım ağır basar.” “… Dünyada sadece tek bir şey kötü yürekli bir insana karşı durabilir. O da başka bir insandır. Ayıbımızda yatar şerefimiz. Sadece bizim ruhumuz, kötülüğe açık olan ruhumuz, onu yenmeye muktedirdir.” Alıntılar kitaptan.

Burada kişinin kendini arayışı, yaşamı ve ölümü arayışı anlatılırken, günümüz “global” dünyasındaki adaletsizliklere de çok ciddi göndermeler olduğu kanaatindeyim. Tabi ki bu benim çıkarımım. Nereden buraya vardığıma değinecek olursam, kötülüğün sebebini aradıklarında, kötülüğün Batı’dan yükseldiğini anlıyorlar. Günümüzde de dünyanın kaderini belirleyen ülkelerin batıda olması, yoksulluğun, savaşların, ölümlerin doğuda olması gibi. Ged ve Arren, yolculuklarını Batı’ya yapıyorlar. Tüm kitaptaki denge ve dengenin bozulması meselesine buradan bir bakış fırlatabiliriz. Zira, birilerinin “ölümsüzlük” derdi belki de sadece bedenen değil, sermaye ile varlık sürdürme hırsları ile de ilgilidir ve bu yüzden olmaktadır savaşlar, ölümler, mutsuz insanlar… Belki de büyücüler, bugün aydın-öncü olarak tanımladığımız kişilerdir bu dünyada, farklı olanlardır büyücüler gibi. Bilgedirler. Ve onların şiarları unutturulmak istenmekte, bir fiil kendileri susturulmakta ve yok edilmektedir.

Tabi bu her şey çok fena, çok kötü demek değil. Le Guin tüm kitap boyunca mücadele ve umudun önemi de vurgulanıp duruyor.

Herkes yok olur, olabilir. Önemli değil. Önemli olan ne için mücadele ettiğiniz. Çok büyük güç olduğuna inandığımız, bizleri esir eden, korkutup susturan ya da ölümsüzlük vaat ederek kandıran büyük karanlık güç bile yenilebilir. Ged de kendi fantastik dünyasından, bu karanlık gücü yenmenin mümkün olduğunu bize göstererek, kendi gerçekliğimize çubuk bükmemizi istemektedir belki de: “ … Dünyada sadece tek bir şey kötü yürekli bir insana karşı durabilir. O da başka bir insandır. Ayıbımızda yatar şerefimiz. Sadece bizim ruhumuz, kötülüğe açık olan ruhumuz, onu yenmeye muktedirdir.”

Unutmayalım, “Mumun ışığını görebilmek için, onu karanlık bir yere götürmek gerekir.”

İyi okumalar. :)